Mevlevi Tarikatını bozan Sabetayist; BEY BABA |
İslam dininin on iki hak tarikatından Kadiri ve Nakşi hariç diğer onu bozuldu. Bunların son ve hakiki mürşidleri yerlerine kimseyi bırakmadılar. Takdir-i İlahi böyle idi ve bu yollar sonlandırıldı. Lakin, bunu kabul edemeyen bazı tarikat mensubu kişiler, tamamen kendi kararları ile yollarını devam ettirmek ve mürşidlik iddia etmek yolunu tuttular. Bunların hiç birinin ve bunlardan sonra yerlerine gelen hiç birinin Rasulullah (s.a.v.) Efendimizden manevi icazetleri yoktur. Bir de bu yollar, kendilerini Müslüman gibi gösteren Sabetayistlerin ellerine de geçmiş ve iyice tahrif edilmişlerdir. Mevlevi tarikatında, bozulana kadar böyle saçma sapan, kendi etrafında dönme şeklinde bir sema olmadı. Ney denilen musiki aleti hiç bir manevi değer ifade etmedi. Tasavvuf ehli Müslümanlara, tasavvuf ehli olmayan müslümanlara caiz olan şeyler bile haram iken, zikir ehline mübahlar bile haram iken müzik aletleri nasıl olur da ibadet olarak kullanılabilir? Aşağıya iktibas edeceğimiz ropörtajı okuduğunuzda, aylardır Akademi'de anlatmak istediğimiz acı gerçekleri görmüş olacaksınız.
***
Alanya eşrafından, Hasan Arıkan ve Mehmed Arıkan hocaefendilerin babaları muhterem Mustafa ARIKAN(merhum) ile yapılan röportaj. Bu röportaj 1978’de Haftalık UFUK gazetesinde yayınlanmıştır. Ufuk soruyor, o da cevaplıyor…
UFUK: Efendi Hazretleri (Süleyman Hilmi Tunahan k.s.), MEVLEVÎ tarikatının bozulduğunu, size nasıl anlatmıştı?
MUSTAFA ARIKAN: Efendi Hazretlerine (k.s.), bir münasebet düştüğünde sormuştum:
- “Konya’da Celaluddin-i Rumî hazretlerinin türbelerini ziyaretimde dikkatimi çeken, brkaç dervişin, düğmeye basınca raksettikleri doğru mu ve SEMA’dan mıdır, yoksa nefsani raks mıdır?” diye sorduğumda, Efendi Hazretleri, bu soruma şöyle karşılık vermişlerdi:
- “Konya MEVLEVÎ tekkesinde son zamanlarda bir Yahudi dönmesi üç sene şeyhlik yaptı. Ve [tarikatı] bu hale getirdi. Fakat MEVLEVÎ tekkesini bozabilmek için, kuvveti ve ana fikri şuradan almıştı:
“Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerini terbiye eden Şemseddin Tebrizî, Celaleddin-i Rumî’yi sohbetine alınca, onun teslimiyetini ölçmek için ‘sohbette hamr (içki) lazımdır’, buyurmasıyla, Celaleddin-i Rumî Hazretleri müskiratçıdan şarap alıp getirmişti.
“Gerek Tebrizî, gerek Celaleddin-i Rumî hazretleri, asla şarap içmediler. O getirilen şarab, kabı kırılarak helâya dökülmüştü.
“İşte tarihteki bu imtihan hadisesinden, Yahudi dönmesi faydalandı. Böyle meşru’iyetin hilafına bir imtihanı, Yahudi dönmesi, silah gibi kullandı.
“Bu dönme, evvela tarikata intisap edip MEVLEVÎ tekkesine alındı ve uzun zaman yemeden-içmeden ibadet etti… Halbuki geceleri kimsenin görmediği zamanda yerdi.
“Fakat yemez-içmez ibadet eder, diye şöhret yaptı. Bu arada da tekkenin şeyhi vefat etti. Bu Yahudi dönmesi, yemez-içmez ibadet eder, şöhretiyle postnişîn yapılarak, bütün MEVLEVÎ müridleri kendisine (biat ve) inabe ettiler.
Bu usta Yahudi epey bir zaman müridleri tam kendisine bend edinceye kadar çalıştı. Bütün müridlere hakim olduğuna dair iyice kanaati hasıl olunca, yavaş-yavaş menfur fikirlerini işlemeye başladı.
“Biz, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nin yolcusuyuz. Halbuki o Şemseddin-i Tebrizî ile sohbette şarap içtiler bilahare nasuh bir tevbe ederek bu dereceye kadar yükseldiler” gibi, güya nasihat ederekmüridleri içkiye hazırladı.
“Biz de içeriz, bilahare tevbe eder yükseliriz” dedi. Ve içkiler içildi. Tam sarhoş olunca dışarıda adamları vasıtasıyla hazırladığı kötü kadınları da içeri aldırdı. Sarhoşların önünde kadınlar dönmeye raksetmeye başladılar.
Yoksa Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretlerinin SEMA’ı ile bunların uydurdukları birbirine tamamen zıttır.”
***
Mustafa Arıkan devamla şöyle dedi:
- O Yahudiyi ben tanıyorum.. Efendi Hazretlerinden (k.s.) bunları dinlediğim zaman, hafızamdaki Beybaba hâtıram aklıma geldi.
Hz Üstazımızın (k.s.) bu hadisede bahsettiği adam olduğuna inandığım için bu adamla cereyan eden hatıramdan bahis ile canlı bir misal vermiş olacağım.
***
Beybaba Kimdir?
1931 Yılında Adana ili Karaisalı ilçesinin pos ormanından kestirilen keresteler, Bayraklı deresiyle Seyhan nehrine naklediliyor ve oradan da Adana’ya taşınıyordu.
Babam rahmetli, bu nakliye işinin müteahhidi olarak çalışıyordu.
O zaman Orman işletmesinin müteahhidi olarak de Sadettin Bey adında bir zat var idi. Bunun müstear ismi, yani lakabı “BEYBABA” idi.
Ben babamın kâtipliğini yapıyordum ve henüz 17 yaşındaydım.
Keresteleri Bayraklı deresinden nehre ve oradan Adana’ya kadar 4 ay gibi uzun bir zamanda 300 işçi ile indirmiştik.
Tam Adana tren köprüsü civarına keresteler gelince nehrin önüne bağladık. Keresteleri dışarı çıkaracağımız sırada, kuvvetli bir sel geldi. Bağı kırdı.
Keresteler denize doğru yürümeye başladı. Bunu gören Adana’nın bilhassa fellah insanları:
- “Nehir getirdi, biz götürdük” diyerek, nehirdeki keresteleri kısmen evlerine taşıdılar. Bilâhare Orman İdaresi, duruma el koydu.
‘İhbar edene 20 kuruş verileceği ilan edildi’. Ve birçok ihbar geldi… Kerestenin büyük bir kısmı bu suretle tekrar ele geçirildi.
Fakat Orman İşletmesi müteahhidi Beybaba orman rüsûmünü yatırmamış olmasından sebep kerestelere Orman Müdürlüğü el koydu.
***
Devletin Ameleye Verecek Parası Yok
Biz, amele başı olarak getirme ücretimizi almak için ziraat vekaletine müracaat ettik. Bize telgrafla cevap verdiler.
- “Amele hakkı mahfuzdur. Keresteler satılınca hakkınız verilecektir” dediler.
Bunun üzerine Orman Müdürlüğü ameleyi Alanya’ya gönderecek kadar o zamanki kereste tüccarlarından bize para alıverdi. Ameleyi gönderdik.
Ben işleri takip için Adana’da kaldım.
Bu arada bir gazete de, aklımda kaldığına göre (Ahmet Emin Yalman’ın çıkardığı Vatan Gazetesi olsa gerek),
“Oyuncu bir Bar kızının bir buçuk milyon lira ile Türkiye’den Macaristan’a dönmekte olduğunu”yazmıştı.
Bu haber beni şok etti. Sanki bu millet parayı sokakta buldu da verdi. O zaman hükümetin bütçesi ancak bu kadardı. Hükümet bir senelik bütçesi mukabili parayı Macar oyuncusunun götürmesine nasıl müsaade ediyor, aklım bunu kabul etmedi.
‘Bunda bir esrar var, Beybaba’dan sorayım’ diyerek gazeteyi elime aldım. Ekseri Beybaba’nın gündüzleri bulunduğu, Yıldız Kıraathanesi’ne vardım. Beybaba bir masada birkaç adamla iskambil dedikleri oyunda idi. Karşısına dikildim, beni görünce;
- “Ne o Mustafa” diye sordu. Ben de gazetenin o kısmını göstererek dedim ki:
- “Macar oyuncuya para bulunuyor.. Efendim bunu çözemedim.
Ziraat vekaleti bize amelenin hakkını vermiyor. Parası yok. Kerestelerin satılmasını bekliyor. Fakat Macar oyuncuya bu kadar para veriyor. Bunun sizin tarafınızdan çözülmesini rica ediyorum.”
Beybaba, Kilisli Kör Mahmud diye maruf kâhyası ile birlikte bizi evine çağırdı ve:
- “Akşam ben sana bu hususu geniş geniş anlatayım” dedi.
Akşam dediği saatte Beybaba’nın evine gittik.
- “Çocuk seni gözüm tuttu. Bizim işimize yarayacaksın. Ve ileride seni büyük adam edeceğim” diye söze başladı ve şöyle devam etti:
“Oğlum bu milleti, birinin kıçını koklamadan (izahı ileride gelecek) kurtarmak için evvela nefis ve şehvet yollarını açtık ve ilk olarak Macaristan’dan bin oyuncu çingene kızı getirdik. Bunların en ustası ile İstanbul’da Daru’l-bedayi’ adında (şimdiki Şehir Tiyatrosunu) açtık. Ve sanattır diyerek genç kızları teşvik etmeğe başladık.
Barlar açtırdık. Gazinolarda çalıştırmak suretiyle yavaş-yavaş yerli halkın taassubunu kırarak sahnelere, barlara, gazinolara rağbeti temin ettik. Ve bugün artık, Macar çingenelerine ihtiyaç kalmadı. Yavaş-yavaş gönderiyoruz. Ancak giderken sırtlarındaki elbise ve pek cüz’i bir harçlıkla hudud dışı edildiler.
Fakat yerli halkı bu işe teşvik için birbuçuk milyon götürüldü, diye ilan edilir. Böylece, güzel kızları olan anne ve babalar özenirler: ‘Bizim kızımız yapamaz mı, yüz lira da mı alamaz, diye düşünerek adım-adım yaklaşırlar” dedi.
Bu hale milleti getirinceye kadar bunun gibi bir çok planlar tatbik ettiklerini söyledi.
Selanikliymiş!
Selanik asıllı olduğunu sonradan öğrendiğim, Beybaba, daha sonra şunları anlattı:
“Ben Rusya’da uzun zaman sağır görünerek kiliseye hizmet ettim. Ve İstanbul patrikhanesine çancı olarak gönderildim. Patrikhanede epey bir müddet sağır olarak çalıştım. Beni sağır diye söz saklamazlardı.
Ayrıca, ben seferberlikten önce, Adana’nın Karaisalı kazasında kaymakamlık yaptım. O zaman kızılbaşlara Babalık yapmıştım. Sizin getirdiğiniz keresteleri, bana ücretsiz taşıdılar. Daha ben neler gördüm ve neler geçirdim.
Mesela İstiklal muhakemesinden sonra istediğimiz inkılâpları yapmağa iki cihetten itiraz başladı.
Birisi siyasi idi. Harpte çarpışıp da kazananlar arasında bu mühim idi.
Diğeri de, arkasından gidilen büyük ve şöhret sahibi âlimler idi. Bunları yok etmek lazımdı.
BİRİNCİ mühim olan, siyasi ve fikri ayrılığı bulunanları temizlemekti. Bunun için “İzmir suikastı” tertiplendi. Bunda benim rolüm büyüktü. Bu suretle bir çok fikir muhalifi kimseler öldürüldü.
İKİNCİ olarak, arkasından gidilebilecek şöhret sahibi büyük âlimler geliyordu. “Menemen hadisesi” yapıldı. Edirne’den Van’a kadar şöhret sahibi âlimler, bu hadise ile alakalandırılarak, ele geçenler imha edildi.”
***
Şimdi de MEVLEVÎHANE’ye Gidiyor
“Ben tekkeleri kapatmak için Konya MEVLEVÎ tekkesine intisap ederek yemez-içmez dervişlik yaptım. Şöhrete ulaştım.
Oğlum, yemez-içmez adam yaşar mı? Ama, geceleri gizli yer, kimseye görünmezdim. Bir gün şeyhimiz öldü.
Benim yemez-içmez ve devamlı ibadetimden dolayı en ehil olarak şeyhlik makamına geçmemi uygun gördüler. “postnişîn” oldum.
Arkadaşları güzel idare ederek kendime bağladım. Ve yavaş-yavaş işlemeye başladım:
“Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nin O kadar büyük dereceyi kazanması, sohbet esnasında ŞEMSİ TEBRİZî ile şarap içti, bilahere nasuh bir tevbe edip bu dereceye erişti, bizim de aynı yolu takip etmemiz lazım” diyerek işledim.
Bir gün şarabı tekkeye soktum. Dışarda bu işi tezgahlayanlar da vardı. Güzel kadınlar da hazırlandı. Şarap içince, tabii şişede durduğu gibi durmadı, sohbet kadınsız olmaz dedik, kadınları da tekkeye soktuk. Onlar da raks etmeye başladılar.
Kadınların raksı ile SEMA dedikleri, böylece birbirine karıştı. Kısaca tekke, meyhane ve kerhane haline getirildi.
Muayyen günlerde insanlara da bu durumu teşhir ettim. Sarhoş dervişlerle kadınların SEMA yapması, RAKSI, zıplamaları, hoplamaları derken TARİKATın ahlâksızlık olduğuna seyircileri inandırdıktan sonra, bu durumda, tarikatların ve tekkelerin artık kapatılmasının gerekli olduğu hakkında rapor vererek, MEVLEVÎ tekkesinden ayrıldım. Ve benim raporumla tekkeler, tarikatlar suçüstü yakalandı.”
Selanik asıllı Beybaba, bana dönerek devam etti:
“Oğlum kötülüğünü göstermeden kapatsak, halk tepki gösterirdi. Buna mahal bırakmadık. Ben Selanik’liyim. Bunları söylemekten maksadım beni tanımanızdır. Ben seni yanıma alıp yetiştireceğim.”
***
Bu sözlerini, uzun süre hayretler içerisinde dinleyip ayrıldıktan sonra, otele gelirken, yanımdaki kâhya’ya, Kilisli Kör Mahmud’a sordum:
- “Bu Beybaba’nın; ‘Milleti, birbirlerinin kıçını koklamaktan kurtardık” demesi nedir?
Kâhya:
- “Anlamadın mı?.. Cemaatle namaz kılmak, arka arkaya değil mi?” dedi. Ben de:
- “Anladım da, ancak senin nasıl anladığını öğrenmek için sordum”, dedim.
Sonradan, Kâhya’nın anlattığına göre, bu adama, Beybaba denilmesinin sebebi, milyonlarca liralık araziye sahip olmasıymış! Çok zenginmiş...
Gittiği kahvede bütün oturanların çay paralarını, oturduğu lokantada yemek yiyenlerin bütün ücretlerini ödemesinden dolayı, halk ona bu ismi takmış.
Kâhya ayrıca,
- “Bu adamın, karısı adına Selanik’te bir buçuk milyon liralık (o zamanın parasıyla) mal ve arazisi var, diye, Adana’dan sürülen Rumların hanları, dükkânları ve çiftlikleri bu adama verildi. Adana’nın en zengini oldu. Güya Rumlara da Selanikte’ki arazileri verilmiş..” dedi.
Efendi Hazretlerinin (k.s.) bize bildirdiği:
“MEVLEVÎ tarikatını tahrif eden Yahudi dönmesinin” perde arkasındaki kimliğini okuyucuların firaset ve iz’anlarına sunuyoruz. (Alanya / Kıvrasıllı, Mustafa ARIKAN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder